Hepimiz
belirli bir yaşa erinceye kadar duymuşuzdur: “Ah ben senin yaşında olacaktım
ki!” yaptığımız herhangi bir fiilin beğenilmemesi sonu karşılaştığımız bu
cümlenin arkasında ki tetikleyici mekanizma nedir? Yalın bir küçük görme mi?
Beğenmemek mi? hayıflanma mı? Yoksa kıymeti sonradan anlaşılan geçen yıllara
yakılan bir ağıt mı?
Bazı
meseleleri anlatabilmek için sayfalar dolusu yazmak günümüzün meşgalesi iken
eski devrin bu hususta aracı “Hikmet” idi. Anadolu insanının idrakine yol olan
kavram ve bahisler bilimsel standartlar gözetildiğinde kitaplara ciltlere sığmaz;
lakin halkın dilinde ve gönlünde bir dörtlükte yer bulurdu. İşte böylesi hikmet
dolu bir türkü; bu yazının ortaya çıkmasında birinci dereceden faildir. Bu
türkü Celal Güzelses’in derlediği, Diyarbakır yöresinden, en çok İbrahim
Tatlıses’le bilinen fakat İzzet Altınmeşe’nin de hakkını verdiği yaş destanıdır.
Türkü (ya da destan) insanın on yaşındaki haliyle başlar yetmiş beş yaşına
kadar devam eder. Hikmeti bol, tavrıyla da müthiş bir türküdür. Dinlerken sizi
bir ömür içerisinde resmen yolculuğa sürükler. Türküde bir güzel on yaşında,
henüz açılmış gonca güldür. On bir on iki on beş derken on sekize geldi mi
türküde de övme biter. On sekizde zarını artırmış, on dokuzda arını terk etmiş,
yirmisinde zincirden kopmuş aslana benzemektedir.
İlk
dinlediğim vakitler çocuk yaşlarda sayılırdım. Radyoda idi. Çok farklı etkisi olmuştu
bende. Yaş ilerleyince de büyük hikmet olduğu daha da anlaşıldı. Hayata bakışı,
tecrübeyi besleyen etkenler vardır insan ömründe. Tecrübe olan, olgunlaştıran,
hani idrakine katkıda bulunan birtakım etkili dokunuşları olur kaderin. Bu
dokunuşlar; çekilen bir eziyettir, hastalıktır, borç altında kalmaktır, iflas
etmektir, birini çok sevip kavuşamamaktır, ölümdür, ‘işte bu’ denilen
özdeyişlerdir, pek beğenilen şiirler, kutsal kitaptan ayetler, peygamberden
hadisler, ilahiler, şarkılar, türkülerdir. Hepsinin kişiden kişiye değişir
şekilde insanın hayata karşı düşüncelerinde irili ufaklı etkisi vardır ki
düşünüp yaptığı her harekette bu önem verilen etkenlerin etkisini görebiliriz.
Tecrübe kazandıkça insanın düşüncelerini daha bir oturaklı duruma getirir.
Öğrenme zamana yayılı bir metot olduğu için de tecrübe de zamandan bihaber
gelişemeyecektir.
İşte
gençlikte böyle görünmez. Gençlik, hele ki biraz istidat sahibi ise, tecrübe
olmadığından anlam veremez gördüğüne. Onun gözleri siyah beyazdır, renk kavramı
oluşmamıştır. Her şeyin kendi içerisinde kesinliği vardır. Özellikle ilk dönem
gençliği diye nitelendirebileceğimiz ergenlik zamanları insanoğlunun kendini
hayal edemeyeceği kadar büyük gördüğü zamandır. Çocukla yetişkin arasında ki bu
dönemde insanın ulaşmak istediği gayeler elini uzatsa yetişecekmiş gibi gelir.
Fakat reşit olmayışın önüne set çekmesi neticesinde hiddetli buhranları ara ara
sürse de birtakım değişimlerin olması gerektiğini algılar. Bunlardan birisi de
bir an önce özgürlüğüne kavuşabilmektir. Özgürlüğü içinse ailesinin ve toplumun
kendisine koyduğu şartlardan biri olan “zamanı gelsin” şartının gerçekleşmesi
gerekmektedir. Genç için tüm problemlerin çözümü zamanın bir an önce geçmesi ve
hayallerine kavuşabilmektir.
Nitekim
reşitlik zamanı gelince imdadına yetişir. Eski zamanlarda askerlikten dönüşe;
günümüzde ise ekseri üniversiteye yerleşip kendi düzenini kurmaya tesadüf eden
reşitliğin ilk zamanları bu özgürlüğün verdiği enerjiyle atak bir şekilde
yaşanır. Gerek insan ilişkilerinde, gerek aşk hususunda, gerekse okul veya iş
meselesinde bu ilk sıçrayışta genelde iflah olmaz bir arzu vardır. Fakat bu
arzunun büyüklüğü çokta yüksek olmayan tavana kişinin başını çarpmasıyla şoka
uğrar. Zamanı gelmiştir fakat kazın ayağı düşünüldüğü gibi değildir. Yılların
geçmesi beklenirken hayalin gerçeğe dönüşmesini gerçekleştirecek birtakım
gerekler geride unutulmuştur. Derhal kişi hayallerini, gayelerini revize eder;
çünkü ilk düşünülene yetişmek artık imkansıza yakındır nerdeyse.
“yirmisinde
bıyıkları burulur
Otuzunda
akan sular durulur.”
Türkünün
hikmeti otuz yaşında suların durulacağı yönündedir. Otuza gelene kadar ise
revize edilmiş hayallerle –hatta bazen hayal dahi kuramayacak durumda olup günü
kurtarma çabasıyla- bocalanır durur insanoğlu/kızı. Günümüzde iştir, iş
hallolmuşsa eş, eş var ise çocukların büyütülmesi, aile ile ilişkiler,
arkadaşlarda bir düzenlemeye gitme ve birtakım vedalar… Zaman yine hızlı
akmıştır ve…
Sular
durulmuştur. Otuz yaşına varınca, çıkılan zorlu maratonun, mücadelenin sonunda
aslında pekte önemi olmayan meşgaleler için çok fazla zaman harcandığı
anlaşılmıştır. Bir eşik atlanır. Zamanı böyle önemsiz veya gerçekleşmesi mümkün
dahi olmayan hayallerin peşinde koşarak harcamak akıl işi değil diye düşünülür.
Hayatın durağanlaşma vakti gelmiştir. Artık şehirdışı sakin bir yolda agresif
sürüş yerine hız limitleri dahilinde gitmenin tadını çıkarmanın vakti
gelmiştir. Çocukların kendileriyle büyüyen ve dönüşen dertleri, gençlerden
iyice uzaklaşma, bekâr sayısının azalması, hayatın izinlerde aile tatili
bayramlarda memlekete gidip gelme ve geceleri yarışma programları izlemeyle
geçecek olan çağı başlamıştır. öncelikler, öncelikler neticesinde de hakikatler
değişmiştir. En azından sıraları… Ve bir aydınlanma fişeği patlar gecenin
karanlığında: yıllarca hayallere varabilmek için geçsin diye yırtınılan
zamanın; şimdi akşam çocuğu görmek için geçmesi istenmektedir. Ve çocuklara
ayırmak için çok azdır süre. Zamanın kıymeti bilinmeye başlar. Yavaş yavaş
aydınlanmaya devam etmektedir zamanın kıymeti. Cahit Sıtkı da evrensel bir taş
koyar tam sözün bu noktasında:
“Yaş
otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante
gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı
çağımızdaki cevher,
Yalvarmak,
yakarmak nafile bugün,
Gözünün
yaşına bakmadan gider.”
Şüphesiz
onun şair ruhu dehasıyla büyük bir fırtınaya tutulmuştur fark eyleyince. Normal
insanlardan farklı olarak bu kırılmayı tüm çarpıcılığıyla meydana çıkarmıştır.
Yaş destanımız da otuz beş için: ‘Otuz beşte hep günahlar sorulur.’ demektedir.
Gençliğin son kırıntılarının da bittiği, artık normal dünyanın normal bir ferdi
olarak genç hissetme duygusunun da kalktığı yaşlar. İnsana geri dönebilecekmiş
gibi hissettiren, hani henüz bitmemiştir herşey dedirten; diğer yandan da iyice
istikbalini düşünmekten uzaklaştıran, anı yaşamayı öğütleyen bir yaş. Bir nevi
düzenin kişileri tam anlamıyla yonttuğu yaş gibi.
Kırk
yaşından elli yaşına kadar geçen süre ise insanın aslında en güçlü olduğu zamandır.
Çünkü onu yerinde durdurmayan bir enerjinin çekilmesi yanında tecrübenin kıvamı
verdiği yaşlardır ve insanın hayatta birşeyler başardığı/başarabildiği/kabul
ettirebildiği zamanlardır. Ve girişte ki cümlemizin kullanımını sıklaştırmış
zevatlardır. Onlarda zamanın kıymeti gayet kıymetlidir.
Elliden
sonra ise zaman kişiler için kıymetten de öteye geçmeye başlamıştır. Her yaşanan
an artık beraberinde ölümü de yaklaştırmaktadır. Kişi içten içe hisseder. Lakin
daha mühleti olduğunu düşünüp kendini rahatlatmanın peşine düşer. Birtakım
hastalıklar ufaktan başlar bu yaşlarda, artık dik yokuşlar büyük meseleler
olmuştur, çünkü tıkanılmaktadır. ibadete eğilim yoğunlaşır; en azından akıldan
geçirilir. Durağan fiiller yapılmaya çalışılır.
Az
çok türkünün de anlattığı şekliyle böylesi bir ömür sürer insanoğlu. Biraz
eksik, biraz fazla. Her kıymet gibi hayatın kıymeti de sonradan anlaşılır. Ömür
gençlikte yapılan har vurup harman savurma için fazla kıymetlidir. Ve kişi bu
tecrübeyi yavaş yavaş öğrenmiştir. Kabına sığmayan, zaman ötesinin peşine koşan
insan muhakkak ki bu idrak yapısında kalamamıştır. Her yaşta, yaşanan her
tecrübede biraz daha öğrenmiştir. Zaman büyük bir kıymettir ve onun ışığının
aydınlığı yıllar süren bir yolculuk ve mücadele ile ancak görülmektedir. çünkü
her an kopup yok olan ve ikamesi mümkün olmayan bir değerdir.
Bu
tekâmülün farkına varan kişiler hikmet söylemişlerdir şüphesizdir. İlla ki
yaşlı olması gerekmez farkına varması için. Lakin genç kişi ne kadar farkına
varan bir idrake sahip olsa da zamanın kıymetini anlatabilmekten öteye
geçemeyecektir. O dahi aydınlanmayı kendi benliğinde yavaş yavaş yaşayacaktır.
Çünkü istidatta bu değerin kıymetini anlayabilmek için yeter değeildir. Yaş
gerekmektedir. Yavaş yavaş pişen tecrübe gerekmektedir, hayatı boyunca
kendisine yapılan yanlışların çoğalması, kendi yanlışlarının da çoğalması
gerekmektedir. Ki kişi neyi kaçırdığının tam farkına varabilsin ve zamanın
kıymetini bilsin.
Yorumlar
Yorum Gönder