Et
fiyatlarına ithalatın dahi engel olamadığı, buğday, saman,
mercimek gibi temel ürünlerde dışa bağımlılığın iyice
artması sonucunda son günlerde insanlar neler olduğuna dikkat
etmeye, ülkede herkes her zamanki gibi bıçak kemiğe dayanınca ne
olduğunu sorgulamaya başladı. Tarıma ne oluyordu, problem neydi?
Fakat bazı şeyler için gerçekten geç kalındı. Dünya genelinde
yaşanan köyden kente göçün gerçekten ilginç bir örneğini de
ülkemiz yaşadı. Şehirler hızlı dolmaya başladığı için
yetersiz altyapı, sosyal ve asayiş koşulları geleneksel şehri
de, şehrin ayırıcı özelliği şehir kültürüne de darbe vurdu.
Şehirler artık sosyal olanaklardan ziyade asayiş problemleriyle
yaşayadursun, köylerin payına da metrukluk ve insansızlık düştü.
Gelişen
teknolojiler, yapay zeka, dijital dünya, endüstri 2,0 derken
tarımda da pek çok gelişme yaşanıyor. Bugün topraksız
tarımdan, mikroklimal seralara kadar pek çok üretim olanağı
kullanılmakta ve ülkeler tarımsal üretimin üzerine düşmektedir.
Tarımsal teknolojide bizlerin dünyayı yakaladığımız tek yer
ise traktörler maalesef an itibariyle. İleri teknoloji tarım
uygulamaları ülkemizde mevcut olsa da parmakla sayılacak kadar
azdır günümüz itibariyle. Ülke tarımı hâlâ emeğe ve
özellikle iklime sıkı sıkıya bağlı durumda. Zira çiftçinin
sermaye gücü kısıtlı, maliyetleri yüksek.
Peki,
köyden göçün sebebi teknolojik ilerlemeler miydi sadece? Kırsal
yerleşimi bütün ülkede traktör alan ağanın marabalara yol
vermesi mi değiştirdi? Asıl soru kanımca bu olmalı ve sorunların
kökünü de burada aramalı. Köyler neden boşalıyor? Arazilerin
küçülmesi yüzünden mi? Sulama yetersizliği mi? Tarım
aletlerinin insan gücünü azaltması yüzünden mi? Köyün
gerilik(!) olmasından mı? Saydıklarımızın hepsinin köylerin
boşalmasında payı var. Fakat benim değineceğim nokta köy
hayatının ilkellik olarak algılanması üzerine olacak.
Köyler;
traktör ve zirai aletlerin kullanımıyla ilk olarak göç vermeye
başlarken takip eden yıllarda önce Avrupa'ya işçi gönderilmesi,
ardından zirai aletlerin çok hızlı bir şekilde çoğalmasıyla
artık arazi için gereken insan gücünün azalmasıyla göçler
hızlandı. Göçlerden ilk olarak nasibi tarım arazileri dar olan
dağlık bölgeler almıştı. Ardından iklimi tarım için uygun
olmayan yerler takip etti. Şehirlerde fabrikalar, atölyeler çoğalıp
iş ve işçi aranırken köylerde nüfus artmış ve miras bölüşümü
bir önceki nesilden kalan toprakları geçimi zorlaştıracak
seviyeye çekmeye başlamıştı. Ayrıyeten eğitim, sağlık gibi
alanlar köyün kanayan yarasıydı. Salgın hastalıklar, yetersiz
beslenme, doktor görememe ve köy enstitülerinden kalan tek sınıflı
metruk ilkokullar karşısında şehre taşınmış akrabaların
düğünde bayramda caka satarak arzı endam etmeleri insanları
yavaş yavaş köye karşı doldurmaya başlıyordu.
Ben
özellikle yurtdışına çalışmaya gidip gelen o ilk havalı
Almancı kimdir, çok merak ederim. Kısa bir sürede kültür haline
getirdikleri ve bugün hala çıkamadıkları medeniyet görmüş,
büyük adam olduğunu gösterir havaları bir vakitler
memleketlerinde gerçekten tuttu. Hele bindikleri arabalar. Köylü
arabayı sadece arada sırada uğrar ise devlet erkânında veya
jandarmada görüyor (hatta görmüyor), daha düne kadar beraber
orak sallayıp bel vurdukları komşuları ise Alaman arabasıyla
köyün tozunu attırıyordu. Yine aynı şekilde İstanbul'a gidip
yerleşen akrabaların başarı hikâyeleri duyuluyor, köye bu
şehirliler geldiği vakit köylünün görmediği bir dünyada
yaşıyor sanılıyorlardı. Çocukları her sınıfın ayrı
öğretmeni olduğu okullara gidiyor, köydeki kuzenlerinin hiç
ağızlarına almadıkları şekerleri normal hayatlarında
yiyorlardı.
Ülkemizdeki
çocuğunu memur yapma sevdası aşikâr. Hatta her okuyan çocuk
için adam olma kıstası devletin hizmetine girmekten geçiyor. İşte
dönem köylüsünde bu önerme çok tutarlı hale gelmekte. Bazı
cesur girişimciler ilkokulu bitiren çocuklarını kazadaki
ortaokula, daha ileri görüşlüleri liseye göndermeye başlıyordu.
"Adam sayısına girsin, İnsan içine karışsın, Kravatlı
adam olsun, devletin kulpundan tutsun" ideallerin deyimleşmiş
hali o zamanlardan olmaya başlamıştı. Çünkü köylü durağan
ve imkân yetersizliği, iklimin sürprizleri ile yaşadığı ara
sıra kıtlığın haricinde tepesinde aznavur gibi memurları da
görüyordu. Ahir ömrünce birkaç kez işinin düştüğü devlet
dairesinde kocaman masalarda kravatlı, beyaz gömlekli tertemiz
sandalyelerine oturmuş kamu taifesi hem her şeyi biliyor, hem her
ay sabit maaşlarını alıyor, üstelik bir yaştan sonra çalışmayıp
devlet onlara bakıyor, hem de köylü şehirli fark etmeden kafası
bozulduğu anda güzel bir kalay çekebiliyordu. Köylü memurun
odasına kapı çalmadan giremezdi, şapkasını çıkarmadan
giremezdi, her istediğini memura anlatamazdı ve memura asla itiraz
edemezdi. Koca devletti memur. Hatta köye gelen uzman çavuş
dahi... Köylü askerlik harici köyünden çıkmadığı ve koca
dünya hakkında anlatacağı, yakınlarının tek bilmediği anısı
askerlikte yaşadıkları için sanırdı ki komutanların hükmü
hâlâ geçmeye devam etmektedir. Onbaşından nüfus dairesinin
hademesine kadar herkesin kendisinden üstün olduğunu düşünürdü
ve devlet onun gözünde erişilmez, güç yetilmez bir varlık
olarak sürer idi.
Bu
eksikliği atmak için ise memur olmak gerekirdi. Kendisinden
geçtiğine göre çocukları bu yola yönlendirmeliydi. Önce
dersleri iyi olanlara ortaokul şansı tanındı. Dersleri daha kötü
olan ve okulu pek sevmeyenler ise köyde mallara bakması için
görevlendirildi. Okuyan oğlu adam olduğu zaman kendisi de devlet
dairesinde çalımla yürüyebilecek, şehirli akrabalarından geri
kalmayacak ve belki de uzman çavuşla ahbap olacaktı. Bu
motivasyonla itilen ilk çocuklar kravatla köye dönünce köylünün
şehir seçenekleri de çoğalmaya başladı. Şimdi köylü ya
yavaştan malı mülkü satıp çoluğu çocuğu toplayarak
büyükşehrin yolunu tutuyor, ya da okuyanlar için ev tedarik
etmeye çalışıyordu. Çocuklarının hayatı için koşturan bu
insanlar için sabah erkenden hamur yoğurmak yerine sokağın
başındaki fırından ekmek almak büyük lükstü. Janjanlı çarşı
pazarlar, otomobiller, toza toprağa bulanmadan giyim kuşamlarıyla
gezmeler, sinemalar, çocuklar için parklar, büyük camiler,
otobüsler kısacası her şey farklıydı. Farklı, daha doğrusu
ele geçmeyen şeylerden oluşmaktaydı. Bu imkânlara köydeki dar
sosyal çevrenin oluşturduğu zorunlu baskı da eklenince köydeki
sosyalleşmeye muhtaç herkes için şehir bir ideaya dönüştü.
Doksanlı
yıllarla beraber şehre göç eden sayısının artmış olmasıyla
dini bayramlar, yaz tatilleri köylerin kalabalığının artmaya
başladığı zamanlar oluyordu. Köyde yaşayan fertlerin bazen daha
fazlası baba evine bayramlaşmaya geliyordu. Bu gelişler artık
çocuklarda bisiklet, büyüklerde arabalarla oluyor, kadınlar
süslü, tırnaklar ojeli, bazen saçlar permalı, arabanın
bagajında köydeki çocuklara verilmek üzere, oynamaktan
sıkıldıkları veya bir tarafı kırılan oyuncaklarla oluyordu.
Şehirde yaşayan köyüne geldiğinde hava atmak, caka yapmak
gayesinde olsun olmasın artık köydeki kendini alt katmanda görmeye
iyice alıştırmıştı. Köydeki kadın sabah erken kalkıp
hayvanlara yem, ekmek hamurunu yoğurma gibi işlere koştururken
şehirden gelenin köy yerinde kahvaltıya kadar yatması
garipsenmiyordu. Çünkü herkes kendisine biçilen rolü oynamaya
başlamıştı. Statüler ikisinin de gönüllü kabulüyle
katılaşmıştı.
Sadece
okuyanlar, şehri gidip görenler değil; kitle iletişim araçları
da şehrin ideal dünya olduğu anlayışına katkıda bulundu.
Özellikle televizyonun ülke insanımızın hayatına girmesi kırsal
insanına bambaşka bir cennetin varlığından haber verdi.
Televizyonun ise ülkemizde en çok etkilediği kesim olan
kadınlarımız içten bir öykünme, bazen haset içerisinde buldu
kendini. Suvelın'lardan bugüne şehir merkezli onlarca film ve dizi
onların sabah ezanıyla başlayan, hayvanlara ayrı, çocuklara
ayrı, herife ayrı bakan, tarlada çalışan, çuval taşıyan,
bostan eken, pamuk toplayan geleneksel ödevlerini sorgulatmaya
başlamıştı. "Usandım canımdan!" haykırışı artık
sadece sinir anında söylenen kızgınlık cümlesi olmaktan arayışa
yönelen cümle olmaya başlıyordu. Şehir kadınları kuaföre
gidiyor, ekmek yapmıyor, çamaşırı hatta bulaşığı makine
yıkıyor, gün yapıyor, çarşıya pazara gidiyordu. Çocuklara üst
baş ve kendi rahatı da cabası. Zaten bir fikri muteber kılan da
kadınlar nezdindeki kabulüdür. Kadınlar şehir hayatının cennet
olduğuna kanaat getirince de göçler hızlanmaya başlıyordu.
İki
binli yıllara geldiğimizde artık şehir tek seçenek olup
çıkmıştı. Zira artık maliyetler artmıştı ve ürün para
etmiyordu. Vefat eden büyüklerden kalan araziler de iki binli
yıllar itibariyle iyice küçülmüş, ortaklık, imece gibi
kavramlar da yok olmaya başlamıştı. Azalan arazi ve arkada
bekleyen çocuklar şehre yerleşmeye adeta teşvik ediyordu. "Köyde
ne var sanki?" sorusu gayet kanıksanmıştı. Adeta hakikatin
kutsal bir sözü gibiydi. Göç, göçe teşvik etti. Kendisi köyde
kalanlar dahi sağdan soldan kısarak şehirde ev açmaya, çocukları
okutmaya, okumayanları da bir işte değerlendirmeye başladılar.
Köydeki orta ve üst yaşta insan sayısı sabit kalmıştı. Çocuk
kısmen olsa da genç sayısı artık iki binli yılların sonuna
doğru neredeyse sıfıra inmişti.
Gelinen
noktada; köydeki varlığı iyi olsun veya almasın; herkes için
şehir zorunlu bir kabul durumuna gelmiş bulunmakta. Televizyonun
fethettiği nesle bir de sosyal medyanın son yıllardaki atağı da
eklendi ki; artık şehirsiz, kırsal yaşam cehennem, medeniyetten
uzaklık, dünyadan bihaber olmak mesabesine vardı. Asgari ücretle,
günün on dört saati ayakta geçirilen mesai saatlerinin tek
tesellisi olan pazar günleri AVM'den sosyal medya hesaplarına
fotoğraf atmak, köy hayatına tercih edilir olmuştu. Hangi
mahallede oturduğunun, hangi işi yaptığının hiç önemi yoktu.
Şehrin en kötü yeri köyden iyiydi. Çünkü köyde hayat yoktu.
Ve bunu söyleyen nefessiz şekilde haftada altı gün asgari ücretle
çalışanlardı. Çocuklar okuyordu, köyde okul yoktu. Hadi kendisi
köyde kalsındı, çocuklar köyde sürünsün müydü? Sürünmekten
kasıt şehir ve şehrin sunduğu mekânlardan ayrı kalmaktı.
Bugün; bütün ticari girişimciliğini kullanarak, babadan kalma
arazide tarım yapıp kendi ürününü de pazarlamak isteyen ama
yaşam alanını köyde kurmak isteyen genç büyük bir sorunla
karşı karşıya kalacaktır. Zira varlığı ne kadar olursa olsun
kendisine evlenecek bir eş adayı bulamayacaktır. Çünkü kız
çocuklarından köyde oturmak isteyen artık kalmamıştır. Çünkü
genç kızlar da yukarıda saydığımız nedenler çerçevesinde
köyde kalmayı hor düşmek, ezilmek olarak görmektedir. Yaşıtları
kocayı işe yolladıktan sonra ev temizliği sonrasında güne
girebilecek, çarşıya pazara karışabilecekken kendisi köyde
dünyadan uzak kalmış olacaktır. Halbuki şehre en uzak insanın
arabayla bir saatte vardığı ortamda, ki bir büyükşehirde kenar
semtten çarşıya varmanın da aynı sürede olduğunu düşünürsek,
mesafenin pek bir önemi kalmamıştır. Yılın belli zamanları
çalışıp kalanını dinlenerek geçirebilecek bir hayat formunun
yılın tüm zamanları çalışan ve sağlıksız, temiz havaya
muhtaç bir yaşam formu karşısında tercih edilmeyişi bir
anlayışın yanlışlığını bize göstermektedir. Bu anlayış
söylediğimiz gibi şehrin zorunluluk olarak düşünülmesidir.
Şehrin
neden zorunluluk olduğu konusu ise başka bir yazıya kalsın
diyelim. Aynı şekilde köylerin boşalmasının sonuçları da…
Toparlayacak olursak; köylerin boşalmasının nedenleri konusunda
iyi düşünülmeli, Aile ve Tarım bakanlığı müşterek bir
çalışmaya girişmelidir. Zira en temel yiyecek olan ekmeğin
hammaddesi buğdayın dahi ithalatla karşılanması, işi artık
basit bir sosyolojik vakadan bir Milli Güvenlik sorunu mesabesine
çekmiştir. Mevcut durumda şehirlerin yapılan bütün altyapı ve
ulaşım yatırımlarını hiç yapılmamış gibi kısa sürede
yutması ve asayiş, sağlık, eğitim gibi durumlarda içinden
çıkılmaz bir hâl alması sürdürebilirliklerini tartışmaya
açmıştır. Ve bu sorunlar bir sarmalla gittikçe karışık
vaziyete gelmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder