Ana içeriğe atla

Güncel Hayat Geçmiş Kadar Zor

Hayatın mücadele olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Kazanılmış her başarı gerisinde çok fazla acı, emek ve sabır bırakmıştır. Çünkü bir insanın mücadele vermesi için belli bir antrenman disiplinini kazanmış olması gerekir.
Peki hayatı boyunca çile çekmeden başarılı olamaz mı insan? Birinin hayatta bir şeyler başarması için illa derbeder mi olması gerekir? Elbette hayır. Yalnız diğeri kadar mücadele etmeyen insanın daha zor bir imtihanı olacaktır. Bu işi rast giden kişi sıkı disiplinli olmak zorunda. Zira bulunduğu durum rehavete aşırı müsaittir. Eğer disiplini yaşam biçimi haline getirmezse başarı şansı zordur. Üstelik rahatını sağlayan etkenler de bir yaşa kadar onun çevresinde kalacaktır. Herşey gibi imkan da geçicidir.
Önemli olan hayatın bu tür imkan ve yokluklarının geçici olduğunu görüp, düşünüp sonra da bunlara pek ehemmiyet vermemektir. Zira bu dünyanın tüm kıymetleri kalıcı olmayacaktır. Kalıcı olan insanların hisleri olacaktır. Hoş, onlar dahi zamanla törpüleniyor, azalıyor, kalmıyor ya.
Aklıma böyle hafif kişisel gelişim, hafifte hayatı dert edenlere nasihat minvalinden bir yazı nereden geldi bugün bilmiyorum. Belki de muhayyilemde kendime ders verme derdi vardır. Yoksa bir hesaplaşma arefesinde veya içinde değilim. Fakat kendiyle hiç hesaplaşmayanlar tanıyorum. Hani yastığa başını koyduğunda dahi düşünmekten kaçmak için için film izleyen, uykudan önceki son algısı diğer insanların paylaşımları olan insanlar tanıyorum. Benim de dahil olduğum büyü bir kitle bu. Düşünmekten kaçan, düşünceden kaçan, sözüm ona meşgul, günün yirmi dört saat olmasından şikayet eden insanlar olup çıktık iyice.
Eskiden nelerden şikayet edilirdi? Mesela; televizyon özel kanallarla birlikte yaygınlaşıp hayatın tam merkezine oturduğu zamanlar şikayetler muhabbetin bitmesinden olurdu. Alışkın değildi insanlar. Hatta kültürün çok konuşmayı kötü saydığı bir dünyanın içine hiç durmadan konuşan bir “şey” olarak girmişti hani televizyon. Radyodan farkı görüntü vermesi ve insanları izlemeye mecbur bırakmasıydı. İnsanlar ürkmüştü bu durumdan. Sürekli müdahale edemeden, cevap veremeden birilerini dinlemek zorunda kalıyorduk. İşte o dönem kaygı duyanlar şimdiki halimizi görse peki? Kendiniz bir düşünün; doksanlı yıllarda, hatta rahmetli dedenize falan, günümüz insanının telefonla Amerika’daki biriyle görüntülü konuştuğunu, telefondan radyo televizyon izleyebildiğini, resimlerini başkasına gönderebildiğini, hatta sanal bir sergi olup herkesin orada birbiriyle arkadaş olup birbirinin resimler görebildiğini… Büyülenirler, büyülenirdik… Fakat tüm bunların sonunda da yirmi dört saat telefonun elimizden düşmediğini, birbirimizin yüzüne değil parlak ekrana bakmak zorunda olduğumuzu, sabah kalkar kalkmaz, akşam yatarken hep telefonla hemhal olduğumuzu, insanlarla bağlantımızın prize yakınlıkla iniltili olduğunu da anlatsaydık… telefonlardaki bir oyun yüzünden çocukların intihar ettiğini, cinsel istismarı, dolandırıcılıkları, sokakta düşsek yardım yerine videoya alınacağımızı da ekleseydik…
distopya gibi gelirdi onlara değil mi?
Evet. Bir distopyanın canlı yaşayanlarıyız. Hepimiz baş aktör ve aktrisler… işte bizim de mücadelemiz bu oluyor. Hani ilk paragrafta bahsettiğimiz hayatın zorlukları, mücadele, acı yok Rocky falan, hep biz çağ insanı için söylenmesinde bir ibret vardır. Bizlerin acısı, elemi, kırmamız gereken zincirler hep bu modern alışkanlıklar işte. Bugün artık sadece acılara göğüs germe yetmiyor, üstüne bir de sıkı disiplin gerekiyor. Başta telefon olmak üzere bizim güncel alışkanlıklarımız, tüketimlerimizin geçmişin sefaletinden, garibanlığından, aşağı kalır değil. Tek farkı bize bildiğimiz manada acı çektirmediği için şikayetçi değiliz. Yoksa bizi açlıktan da, yoksulluktan da, hor görülmekten de çok hırpalayan, en zayıf noktamız egomuzdan yakalamış istediği diyara ve zihne savurabilen bir çağla karşı karşıyayız. Eskinin dertleri bize insan olduğumuzu hissettiren, diğer insanlarda da bulunan dertlerdi. Çağımızda ise derdimiz kimsede yok ve derdimizi merak eden de yok. Düşman güçlü, aynı zamanda da sinsi…
burada teknoloji ve medeniyet düşmanlığı yapmıyorum. Ki kendi çapımda fena bir teknoloji takipçisi olmadığım da söylenebilir. Fakat; ben de dahil, kontrolü kaybetmiş durumdayız. Bir insanın düşünmesini bile engelleyecek nasıl bir hayatı olabilir ki? Ve bu hayat gerçekten güzel ve konforlu bir hayat mıdır? Küçük burjuva alışkanlıklarımız, aydan aya değişen moda, hep kasası güncellenen otomobiller, albenili tasarımlarıyla ilaç kutuları, gündüz kuşağı programları, iş yeri stresi, trafik, çevre kirliliği ve plastik olan her şey…
Hülasa; hayatın çile elem ve dertleri hiçbir zaman bitmeyecek. Dünün insanları yokluk ile imtihandayken, bugünün insanları varlıkla kuşatılmış durumda. Durum vahim ve içinden çıkılmayacak düzeyde. İnsani dertlerimize dahi eğilemeyecek kadar meşgulüz. Yani efkarlanamayacak, kahkaha atamayacak, duygulanamayacak, hasretlik çekemeyecek kadar büyük bir kesret mesaisi payımıza düşmüş. Bundan üyük çile, bundan büyük elem ve bu albenili ekranları kontrol altına almaktan büyük savaş yok günümüzde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Köy Odası

Köy odası  Anadolu’da pek çok yörenin eski geleneklerindendir. Bu oda kavramını şimdiki evlerimiz gibi düşünmeyin, bu odalar ev sahibinin evin yanına kondurduğu müstakil yapılardır. Şimdilerde özellikle İç Anadolu’da kahvehanelerin dolması ile sayıları azalsa da  Barak Kültürü ’nün ana damarlarından birini oluşturması sebebiyle bizim yörede her şeye rağmen varlığını devam ettirmektedir (daha doğrusu ettirmeye çalışmakta). Köy Odası ’nın kökenini Dede Korkut’ta bulabiliriz. O dönemki otağın kullanım amacı ile bugün yörede kullanılan amacı benzerlik gösteriyor. Oba büyüklerinin istişare ve meşverette kullandığı, şölen ve büyük toplantıların yapıldığı, misafirin ağırlandığı yerlerdir. Erkek nüfusunun her yaştan fertlerinin misafir olmasa dahi bir araya geldiği, selamlıkla benzer yapılardır. Hatta eskiden erkekler zamanlarının çoğunu buralarda geçirir, böylelikle evi de kadınların rahatı için kendilerine bırakırlardı. Hoş, kadınların işten güçten ve bu odaya hizmetten çok rahat...

Düş Kurmak

düşler Bizi kısıtlayan, yoran, sıkıntıya sokan hep kendi isteklerimiz, kendi düşlerimiz. Öyleyse kişi insan olmanın tadını almak için isteklerinin düşlerinin de ötesine geçmeli. Geçmeli herşeyden, herşeyle yaşayarak. Herşeyden geçen ama herşeyi yaşayanlara selam olsun. Başarıda burada gizli değil midir? Ötelere bir hedef yerleştirip, sonra o hedefinde ötesine geçmek... Ondan, bundan, yardan, serden geçmek... Geçtikçe onunla, bununla, yar ile ser ile yaşamak. Herkesin hayatı farklıdır. Benim hayatım farklı, seninki farklı... Benim yaşadığım evrende senden farklı, senin yaşadığın evrende benden. Ortak bir yaşam söz konusu değil. Aynı dalga boyutunda sonsuza açık idraklerin birbirinin far mesafesine girmesi sadece.Yada biri çok görmek. Öyleyse çok görmekte düş görmenin kendisi ve kısıtlayıcı etken. Herşeyi gördüğünden ibaret sanmakta... Ne yani şimdi düş kurmak kötü birşey mi? Elbette değil... Mesele düşlerde kalmak... Derdimiz onunla olmalı zaten. Düşlerin ötesine geçebilmek he...

Bir Neslin Romanı

Anadolu gencinin öyküsü ne derece yazılmıştır? Yazıldıysa ne kadar okunmuştur? Eksikliğin sebebi hikmeti nedir? Dünün gencinin, bugünün gencinin, hatta yarının gencinin... Edebi dünyamızda en büyük eksik desek yeridir belki de. Geç algılamış olsam da şahsıma göre entellektüelliğe doğru adım atma peşinde olan kişi meseleye evvela edebiyatla girmelidir. Özellikle de romanlar... Tabi ki her romanın toplumsal bir ayna olabileceğini iddia edecek değilim. Fakat bir romanı zaman ötesine taşıyan temel özelliği ayna oluşudur. Büyük klasiklerden anladığımız budur gördüğümüz kadarıyla. Her ne kadar "Bizim romanlarımız, şarkılarımızdır." demiş olsa da Yahya Kemal'in bu tespiti ramanın tüketici popülerliği içerisinde gözden kaçmaya mahkum olmaktadır. Şiirimiz de, şarkımız da türkümüz de anlık tüketim dolayısıyla üstadın belirttiği algıyla düşünülmemektedir. Fakat bizim kendi romanımızın sayısı az olduğu için henüz bu alan yıllardır nadasa bırakılmış tarla mesabesindedir. Türkiye...