Ana içeriğe atla

İnsan Neden Yazar

Mağara duvarlarına çizilen ilk figür diğer insanlar tarafından görüldüğünde verilmiş tepkiden mirastır sanırım. İnsan neden yazar?Yazmak mevzusu yüzlerce yıldır idraklerde dönüp duran, çeşitli izahatlara ve şerhlere konu olmuş, yazma ihtiyacının çözümlemesi gerekli görülmüştür. Bu yüzlerce, belki de binlerce yıllık tartışmanın sonucunda birkaç sebebe bağlayabilmiştir.
Bugün paralara, borç senetlerine, kimliklere, dükkân tabelalarına, mezar taşlarına yazılanı gördüğümüz zaman anlıyoruz ki yazmak bir kimlik kazanmak, hüviyetini ifşa etmek anlamına geliyor. Bu satırları yazan mesela, bir nevi içini döküp duygu ve düşüncelerini belli ediyor. Yani hüviyetini ifşa peşine düşüyor. Tabi mağaraya avı çizen kişinin de kimliğini düşünüp düşünmediği tartışmalıdır. Özellikle de onun av yöntemini resmettiğini varsayarsak. Daha çok rehber olması amacını güttüğünü söyleyebiliriz. Fakat gelecek nesillere rehber olmaya çalışmak zaten o sanarkarın hüviyeti değil midir? Amacı neslinin devamı için gerekli kolaylığı sağlamak ise, nesline yaptığı yatırım kendi kimliği değil midir? Çek meselâ bir insanın kimliğini ortaya koyarak ödenmesini istediği meblağ değil midir?
Yani kimlik sahibi olmak için yazarız. Hepimiz evet… Kimlik ister kamyon arkası yazı olsun, iste sosyal medyada beyanat, değişmeyen amacımız. Ve her kimlik sahibi gibi başkalarına hitap etmek isteriz. Bugün yazı ile hayatımız iç içe geçmiş durumdadır. Okula başladığımız ilk gün deftere attığımız o çizik bizim hayata bağlanan ipimizdir. Ve o çiziği atışımız itibariyle dünya ile etkileşimimiz başlamış bulunmaktadır.

Yazmak Zor Mudur?

Bence değil. Tabi bir Karamazov Kardeşler yazmanın kendine has zorlukları bulunmaktadır. Yüksek bir kelime bilgisi, çok uzun kalem pratiği mesaisi ve kurgu tekniği, tabi bir de Allah vergisi yetenek ister. Fakat biz gündelik hayatın fertlerinin zaten böyle bir iddiası olmadığı gibi yeterliliği de yoktur. Çünkü işin o kısmı sanattır ve sanat çok başka bir meseledir. Buna rağmen günlük hayatımız farkına varmadan kalem sahibi olduğumuz bir alandır. Özellikle sosyal medya sahibi olduktan sonra.
Evet, sosyal medya hepimizin yazma pratiğine olumlu katkılarda bulundu. Hepimiz özel günlerde beyanat verme, toplumsal olaylarda duyarlılık sahibi olup iki çift laf etme konusunda oldukça maharetliyiz. İşte burada bir düşünün; diyelim ülke için önemli bir gün hakkında iki üç cümleyle kutlama tebriki yazacaksınız. O anda aklınıza konuşurken hiç gelmeyen fikirler konmuyor mu? Evet, konuyor. Çünkü yazmak ifadenin en ölümsüz şekli. Her ne kadar bazı insanları davudi ses tonuyla, bazılarını hüzünleriyle, bazılarını bıraktıklarıyla, bazılarını da sadece tebessümüyle hatırlasak da, yani bize verdikleri kimlikler bunlar olsa da yazmanın en büyük avantajı burada devreye giriyor. Yazarken bütün bu duygu ve düşünceleri anlatma şansına sahip oluyoruz. Bu bile yazmak için yeterli sebeptir.
Bizler her ne kadar okul hayatımızda kompozisyon derslerini pek sevmesekte değerini zamanla anlarız. Aslında okullarda bu kompozisyon işine daha fazla vakit ayrılmalı ve eğitim hayatının merkezine konulmalı. Çünkü kompozisyon bir öğrencinin bir konuyu derli toplu anlatma çabasıdır. Bu çaba ise haftalık bir saat ile olabilecek iş değildir. Ve bu işin sonucu iki kelimeyi bir araya üniversite düzeyine (hatta mezun!) gelmemize rağmen getirememektir. Hiç unutmam, lisedeydim. Edebiyat öğretmenlerimiz kompozisyona özel bir ihtimam gösterirlerdi. Fakat şablon değişmezdi. Bir atasözü veya öz lü söz verilir ve bu konuyla ilgili kompozisyon yazmamız istenirdi. Bu edebiyat öğretmenlerimden birine birgün: “Hocam siz kompozisyonun önemli olduğunu söylüyorsunuz. Ama kompozisyon yazılısı yaparken bir cümleyi verip bununla ilgili yazmamızı istiyorsunuz. Bence bize bu konuyu birkaç gün önceden vermelisiniz ki biz de hazırlık yapalım ve daha güzelini yazalım.” Demiştim. Hoca sadece tebessüm etmekle yetinmişti.
Hocanın tebessümle beni hafife mi aldığı, yoksa düzene alaycı bir göndermemi yaptığı bilinmez, okul hayatımda unutmadığım anlardan biri olarak kaldı. Yazmayı ciddiye alıyordum ben o zamanlar. Daha iyisi için herşeyi kullanmak gerekiyordu. Fakat eğitim sisteminin statik yöntemleri buna izin vermiyordu. Ayrıca kompozisyonun olmazsa olmazları vardı. Giriş, gelişme, sonuç… Hepimiz biliriz. Hatta çoğumuz da bu giriş, gelişme ve sonucu sadece paragraflara ayırmak zannederdik. Şimdi düşünüyorum da, post modern metinler neyin nesi oluyordu o vakit? Biz kurgudan ziyade duyguya yer verseydik; veya “Sakla samanı, gelir zamanı” atasözünü hemen o yazılıda uydurduğumuz bir hikaye ile yazsaydık sistemin tepkisi ne olacaktı?
Diyeceğim odur ki biz yazmaya toplum olarak gereken değeri pek veremedik. Tabi bunu geçmişimizdeki çok övündüğümüz sözlü kültür geleneğimizle hamaset yaparak açıklayabiliriz. Belki de bu değer vermeyişimiz yüzünden eli az biraz kalem tutan, kendini olağan şartlarda ifade edene yazar etiketi yapıştırmakta beis görmüyoruz. Yazmanın önemini biliyor, fakat derli toplu yazmanın nasıl olacağına dair fikrimiz yok.

Yazmanın Faydaları ve Sonuç

Toparlarsak; biz kimlik için yazarız. Yüksünecek, gocunacak bir durum yok bu yargıda. Kimlik sahibi olmak her insanın amacıdır. Tabi bunu ezik bir kendini ispat güdüsüne dönüştürmeden, zoraki dikkat çekmeye çalışmadan, insanlara faydalı olabilmek adına yapmak maharettir. İnsanın insana faydasından güzel hüviyet mi vardır? Eğlendirmekten sadaka vermeye, bilimsel çalışmalardan yasalarla toplumu nizama yaklaştırmaya kadar her şey bu hüviyetin içerisine girer. Ve bunun en iyi yolu da yazmaktır. Yazmaktan çekinmeyin. Her gün birkaç satır da olsa yazın. Başarabiliyorsanız (benim pek başarılı olduğum bir konu değil mesela) günlük tutun, hatta günlük işini ergen bir kız çocuğunun alışkanlığı gibi, utanılacak bir şey olarak görmeyin. Göreceksiniz; hem muhakeme gücünüz şaşırtacak şekilde artacak; hem de günlük hayatın yoğun ve insanı kendinden uzaklaştıran temposundan bir nebze de olsa sıyrılacaksınız.
Hele ki yazdıklarınız okunursa ne âlâ…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İletişim Neden Önemlidir

Dumanla haberleşmeden yola çıkan insan tepede ateş yakmaya, oradan ulaklara, güvercinlere, daha sonra postaya varıp telefonla daha hızlı bir iletişim yöntemi buldu. Şüphesiz ki Graham Bell icadının günümüzdeki kullanım şeklini hayal edemezdi. Telefonun icat olduğu 18. Yüzyıl başlarından bugüne iletişim çok farklı bir boyut kazandı. Hatta sanayi üretiminin gelişip ticaret kavramının ivme kazanması, birtakım ihtiyaçların acil kategorisine girmesi neticesinde telefon da iletişim ve ticaret arasında hangisinin hangisine sebep olduğu karmaşık bir mesele olup çıktı. Bugün mevcut insanlar arası etkileşim ihtiyacının telefona yol açtığı; yoksa telefonun mu iletişimi bu boyuta getirdiği sorusu muğlak kalacaktır. Evet, telefon tarihi içerisinde faksı doğurdu. Arada telgraf gibi iletişim yolları varsa da kullanılabilirlik açısından telefona yetişemedi. Derken bilgisayarın keşfi ve ağ olayının gelişimiyle internet kullanımı başladı. Ve yaygınlaştı. Artık iletişim konusunda hiçbir şey eskisi gib

Köy Odası

Köy odası  Anadolu’da pek çok yörenin eski geleneklerindendir. Bu oda kavramını şimdiki evlerimiz gibi düşünmeyin, bu odalar ev sahibinin evin yanına kondurduğu müstakil yapılardır. Şimdilerde özellikle İç Anadolu’da kahvehanelerin dolması ile sayıları azalsa da  Barak Kültürü ’nün ana damarlarından birini oluşturması sebebiyle bizim yörede her şeye rağmen varlığını devam ettirmektedir (daha doğrusu ettirmeye çalışmakta). Köy Odası ’nın kökenini Dede Korkut’ta bulabiliriz. O dönemki otağın kullanım amacı ile bugün yörede kullanılan amacı benzerlik gösteriyor. Oba büyüklerinin istişare ve meşverette kullandığı, şölen ve büyük toplantıların yapıldığı, misafirin ağırlandığı yerlerdir. Erkek nüfusunun her yaştan fertlerinin misafir olmasa dahi bir araya geldiği, selamlıkla benzer yapılardır. Hatta eskiden erkekler zamanlarının çoğunu buralarda geçirir, böylelikle evi de kadınların rahatı için kendilerine bırakırlardı. Hoş, kadınların işten güçten ve bu odaya hizmetten çok rahat edebildi

Toplumsal Ahlak Sorununun Nedeni: Bizler

Toplumsal ahlak sorunu  belki de binlerce yıllık bir tartışmanın mirasıdır. Antik Yunan’dan günümüz Nihat DOĞAN sabah programlarına kadar her toplumda, her coğrafya da, her yaştan insan arasında  toplumun ahlak normları  gündeme gelmiştir. Tartışmalar özellikle  toplumsal ahlakın nasıl olması gerektiği noktasına odaklanmıştır. Ve insanoğlu bugüne kadar tam ahlaklı bir toplum da kuramamıştır. Görünen odur ki insanlar arası ilişkiler gün geçtikçe karmaşıklaştığından uzun süre de kuramayacaktır. Toplumsal ahlakta bireysel ahlakın da önünde yer alır. Çünkü toplum demek kabul görmek; kabul görmek demekse fedakarlık demek olduğundan bireyin ahlakının önüne çıkmıştır. Zira bir insan kendi hayatı içerisinde ahlaki olmayabilir. Ancak toplum içerisinde tartışılmasına gerek duyulmuyor ve topluma kabul ediliyorsa o birey sosyal yaşamında hiçbir sıkıntı çekmeyecektir. Aynı şekilde kendi ahlaki davranışları başarılı olmayan başka bir birey de mesele toplumsal etkileşim olduğunda, topluma uymayan