Ana içeriğe atla

Üniversite Sayısının Artması Ve Nitelikli İşsizler Sınıfı

Ülkemiz bol miktarda üniversiteye üniversite mezunlarının büyük kısmı işsiz.sahip. Şehir başına ortalama iki buçuk üniversitemiz var an itibariyle. On yıl önce mantar gibi çoğalan üniversitelerin orta vadede bize bir şey kazandırmayıp, sadece mahalli idarelerin esnafının yüzünü güldürdüğü ve ülkedeki işsizlik oranını az göstermeye yaradığı bir gerçek. Ülkede yaygın bir kanı haline geldi: “Üniversite açılan yere zenginlik gelir.”
İki yüze yakın üniversitemiz var an itibariyle. Kaba hesap yapıp bunların her birinin yıllık bin mezun verdiğini düşünecek olsak yılda iki yüz bin artan üniversite mezunumuz olacaktır. TÜİK’ten de rakamı doğruladığımızda ise gördüğümüz sayı daha da büyük: iki yüz elli bin mezun üniversitelerden hayata atılmaktadır. Örneğin; 2016’da üniversite mezunu sayısı 256000 civarındadır. Tabi bu sayıyı istatistiği 17-29 yaş arası tutarak hesapladığımı söylemeliyim. Zira daha üst yaşlarda bu sayıya Açıköğretim sevdasının da eklenmesiyle rakam 600000’lere çıkıyor. Muazzam rakamlar değil mi? Her yıl; Anadolu’da ortalama bir şehri dolduracak kadar üniversite mezunu aramıza katılıyor. Üstelik bu rakam hep artan bir ivmeye sahip. Yani üniversite mezunu yıldan yıla çoğalmakta. Hali hazırdakilere işgücü sağlamakta zorlandığımız gerçeği de düşünülürse sorun iyiden iyiye katlanarak artmaktadır.
Peki üniversite okumak kötü birşey midir? Aksine, böyle düşünmediğim gibi üniversitenin de aileden uzaktan okunması gerektiği, var olan neslimizin hayatı öğrenmesi adına bunun elzem olduğunu düşünen biriyim. Fakat zamanında yapılmayan planlama ve oy uğruna her yere açılan üniversiteler üretim kavramına katma değeri yüksek olan kurumlar olmaktan çıktı. Açılan üniversitelerin çoğu bölümde hizmet sektörüne yönelik eğitim veriyor. Ufacık, kendi halinde ilçeye dahi neredeyse ilçenin nüfusu kadar öğrencisi olan İktisadi İdari bilimler fakültesi açılıyor. Aynı anda iki üç bin öğrenci de on binlik bir ilçe için muazzam bir ticari hacim demek olduğu için bu kez diğer ilçeler de üniversite istemeye başlıyor. O yörenin talepleri de üniversite olunca, ki üniversite hazır para demektir bakkal dükkanına dahi ciro demektir, onlar da en azından bir yüksekokul koparabiliyor.
Yüksekokul meselesinin bu şekilde dönmesine karşı değilim. Yani yüksekokullar liselerin eğitim bakımından iflas ettiği zamanımızda ara elemanlık için zorunlu zaten. Ayrıca kocaman şehirlere bu okulları toplamak yerine il ve ilçelerde dağıtılması olması gereken bir planlama. Yalnız, yüksekokul konusunda, şahsi fikrim, yaşlar kemale erince girilmesi olumsuzluk ve verimsizlik sonucunu doğurmaktadır. Gerçi bunun sebebi de liselerin on dokuz yaşından önce bitirilememesinden kaynaklı. Yüksekokulun ise yirmi yaşında bitirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hem bitirince Dikey Geçiş Sınavı’na hazırlanmak isteyenler; hem de genç yaşta çalışma hayatına atılmak isteyenler için.
Kanayan Yara Fakülteler
Gelelim asıl derdimiz olan fakülteye. Türkiye’de apartmanlara kurulmuş birkaç özel üniversite hariç hepsinin kökeni Fen Edebiyat Fakülteleri’dir. Üniversitenin temeli bu fakülte ve öğrenim şeklidir. Zira hem pozitif, hem de beşeri bilimler için uzmanlaşma bu fakültede sağlanır. Fizik, matematik, tarih, coğrafya, psokoloji, felsefe vs… Hepsi hayati öneme haiz bilimlerle ilgili teorik öğretim bu fakültelerde yapılır. Ardından buradan öğrendikleri ve burada çalışmasını yaptıkları meseleler sayesinde hem bilime, hem de topluma katkı yaparlar. Mühendislikten İktisat fakültelerine kadar tamamının beslendiği kaynak budur. Hâl bu olunca da Fen Edebiyat Fakültesi’nin kalitesinin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Yeterliliğinin önemi kavranıyor. Peki, iki yüz Fen Edebiyat Fakültesine yetecek kadar akademisyenimiz var mı? Hoca başına düşen öğrenci sayısının artışı, öğrencinin öğrenmesine sekte vurmaz mı? Bir projenin, araştırmanın, bilimsel çalışmanın içinde bulunamayan öğrenci; vize final devirip okulu bitirme derdine düşmez mi? Okulu böyle bitiren öğrenci de ya formasyon alıp öğretmenlik peşine düşecek; ya da polis olacak. Başka şansı da yok. Zaten okula da öğretmen oluruz hayali ile girmiş.
Tabi kaynak böyle düşünen anlayışa teslim olunca kaynaktan beslenen diğer birimler de aynı anlayışın değişik versiyonlarına teslim oluyor. Çünkü oralarda da kontenjanlar çok yüksek, akademisyen sayısı az. Konukoğlu’nun bir röportajında okumuştum: “Gençlerimiz mühendis değil müdür olmak istiyorlar.” diyordu. Söylenen kişi üretim yapan bir holding sahibi. Mühendis anlayışının yanlışlığı daha iyi anlatılamazdı herhalde. Zaten kalan mühendisler de KPSS hazırlığında, memur olma peşindeler. Çünkü mevcut sistem onlara mühendis olabilmeyi ancak risk çerçevesinde dayatmaktadır. Bir mühendis namzeti iş bulurken zorlanacaktır çünkü bu ülkede mevcut mühendis sayısını gerektirecek kadar üretim yapılmamaktadır. Yani bu kadar mühendise ihtiyaç yoktur. Aslında vardır da yoktur.
Bir diğer kanayan yaramız ise Eğitim ve İİBF Fakülteleri. Sayıları en fazla olan grup bunlar olduğu için en çok sesleri duyulan, atanamadıkları farkındalığını en çok oluşturan fakülteler bunlar. Hatta öğretmenler bu konuda biraz daha ilerde. Fakat maalesef atama konusunda diğerinden farkları yok. Bu iki okul mezunları için mezuniyetten sonra iki üç yıl atanmaya çalışmak, sınava girmek ise adeta okulun uzantısından başka birşey değil. Nasıl Tıp Fakültesi altı yılsa; bu bölümler de hazırlık olması halinde 7, hazırlık yok ise 6 yıldan başlıyor. Okulu biter bitmez atanan bir mezun gerçekten büyük ve başarı bir istisna. Zira rakip çok çok fazla. Ve herkes çok çalışıyor. Neye mi? KPSS’ye. Artık herkes yüksek puan alabiliyor. Çünkü bu okullarda okumuş kuşaklar memleketteki bütün çoktan seçmeli yuvarlak doldurmalı sınavların gazabını görüp geçirmişler ordusudur.
Öğretmenler için çözüm nispeten kolay aslında. Ülkedeki öğretmen açığı sayısı ortada. Eksik kalan kısımlara diğer atanamayan öğretmenlerden takviye yoluna gidilebilir kısa vadede. İtiraz edenlere benim itirazım ise ücretli öğretmenlik müessesesi olur. Devlet arkeoloji mezunu birini komik bir ücretle sosyal bilgiler dersine halledebilir diye işe alıyorsa, öğretmenlik okumuş, pedagoji hakkında bir öncekine nazaran çok daha fazla fikir sahibi birine neden güvenmesin. Hatta işin doğrusu ücretli öğretmenlik eğitim gibi hayati bir meseleyi taşerona vermek değil midir? Bu ücretli öğretmen maaşının miktarı, özel okullardaki öğretmenlerin maaşını da aşağıya çekmiyor mudur?
Öğretmenlik müessesesi ucuza kaçılarak halledilebilecek bir müessese değildir. Zira her üretici gibi toplumun da tohumu kaliteli kullanması gerekir ki ürünü sağlam ve albenili olsun. Bugün, okulu bitirince dört yıl sonra atanabilen, bu süre boyunca da işsizlik ve getirdiği toplumsal baskıyla bozulan, belki de bu yüzden psikiyatrik tedavi almış biri, yirmi üç yaşında öğretmenliğe başladığı şevki ve enerjiyi meslek hayatı boyunca bulabilecek midir? Öğretmenlik fedakarlık gerektiren bir meslektir. Bu fedakarlık ise zamanı öğrencilere karşılık beklemeden adamaktır. Fakat bir insanın, zihinsel olarak bir konuya odaklanabilmesi için evvela diğer dertlerinin olmaması gerekir. Yani bir öğretmen atama derdiyle, eş durumundan tayin derdiyle, ekonomik dertlerle uğraşmadığı vakit öğrenciye odaklanabilir. Zaten öğretmeni odaklanmayan nesil de başarısız olur. Başarılı insanlara bakın; hatta kendi çevrenizde başarılı diyebileceğiniz insanları bir gözden geçirin, hepsinin geçmişinde bir öğretmeninin elini görürsünüz. En azından dimağında öğretmenlerinden birinin oldukça büyük etki bıraktığına şahit olursunuz. Düşünün işte, bir insanın hayatta yapabildiklerinin tamamı başka bir insanın ondaki enerjisi, belki de sadece derste beyan ettiği bir cümlesinde gizli. Öğretmen bu kadar önemli. Bu kadar önemli insanı da daha fazla üretim diyen bir anlayışta yeterince maalesef çıkaramazsınız. “Her arz kendi talebini yaratır.” felsefesine nazire yapar gibi kontenjan arttırarak ülkenin eğitim sorununu çözemeyiz maalesef.
Üniversitemiz gereğinden fazla. Aslında üniversite değil de, fakültelerimiz fazlaca. Yani kontenjanların ülkenin mevcut durumu düşünüldüğünde daha da azalması gerekmektedir. Zira ülkede üretim konusunda bir sıçrama yaşanmadığı gibi bilimsel araştırma seviyesi de meydanda. İşin kamu yönünde de istihdamın bütçe ile düzenli olarak sağlanmaya çalıştığı düşünüldüğünde, bu kadar fakülte mezununa ihtiyacımız olmadığı da görülüyor.
Listeden benim de mensubu bulunduğum İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’ne ise ayrı bir yazı yazmak gerektiğini düşünüyorum bu yazının devamı olarak.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Köy Odası

Köy odası  Anadolu’da pek çok yörenin eski geleneklerindendir. Bu oda kavramını şimdiki evlerimiz gibi düşünmeyin, bu odalar ev sahibinin evin yanına kondurduğu müstakil yapılardır. Şimdilerde özellikle İç Anadolu’da kahvehanelerin dolması ile sayıları azalsa da  Barak Kültürü ’nün ana damarlarından birini oluşturması sebebiyle bizim yörede her şeye rağmen varlığını devam ettirmektedir (daha doğrusu ettirmeye çalışmakta). Köy Odası ’nın kökenini Dede Korkut’ta bulabiliriz. O dönemki otağın kullanım amacı ile bugün yörede kullanılan amacı benzerlik gösteriyor. Oba büyüklerinin istişare ve meşverette kullandığı, şölen ve büyük toplantıların yapıldığı, misafirin ağırlandığı yerlerdir. Erkek nüfusunun her yaştan fertlerinin misafir olmasa dahi bir araya geldiği, selamlıkla benzer yapılardır. Hatta eskiden erkekler zamanlarının çoğunu buralarda geçirir, böylelikle evi de kadınların rahatı için kendilerine bırakırlardı. Hoş, kadınların işten güçten ve bu odaya hizmetten çok rahat...

Düş Kurmak

düşler Bizi kısıtlayan, yoran, sıkıntıya sokan hep kendi isteklerimiz, kendi düşlerimiz. Öyleyse kişi insan olmanın tadını almak için isteklerinin düşlerinin de ötesine geçmeli. Geçmeli herşeyden, herşeyle yaşayarak. Herşeyden geçen ama herşeyi yaşayanlara selam olsun. Başarıda burada gizli değil midir? Ötelere bir hedef yerleştirip, sonra o hedefinde ötesine geçmek... Ondan, bundan, yardan, serden geçmek... Geçtikçe onunla, bununla, yar ile ser ile yaşamak. Herkesin hayatı farklıdır. Benim hayatım farklı, seninki farklı... Benim yaşadığım evrende senden farklı, senin yaşadığın evrende benden. Ortak bir yaşam söz konusu değil. Aynı dalga boyutunda sonsuza açık idraklerin birbirinin far mesafesine girmesi sadece.Yada biri çok görmek. Öyleyse çok görmekte düş görmenin kendisi ve kısıtlayıcı etken. Herşeyi gördüğünden ibaret sanmakta... Ne yani şimdi düş kurmak kötü birşey mi? Elbette değil... Mesele düşlerde kalmak... Derdimiz onunla olmalı zaten. Düşlerin ötesine geçebilmek he...

Bir Neslin Romanı

Anadolu gencinin öyküsü ne derece yazılmıştır? Yazıldıysa ne kadar okunmuştur? Eksikliğin sebebi hikmeti nedir? Dünün gencinin, bugünün gencinin, hatta yarının gencinin... Edebi dünyamızda en büyük eksik desek yeridir belki de. Geç algılamış olsam da şahsıma göre entellektüelliğe doğru adım atma peşinde olan kişi meseleye evvela edebiyatla girmelidir. Özellikle de romanlar... Tabi ki her romanın toplumsal bir ayna olabileceğini iddia edecek değilim. Fakat bir romanı zaman ötesine taşıyan temel özelliği ayna oluşudur. Büyük klasiklerden anladığımız budur gördüğümüz kadarıyla. Her ne kadar "Bizim romanlarımız, şarkılarımızdır." demiş olsa da Yahya Kemal'in bu tespiti ramanın tüketici popülerliği içerisinde gözden kaçmaya mahkum olmaktadır. Şiirimiz de, şarkımız da türkümüz de anlık tüketim dolayısıyla üstadın belirttiği algıyla düşünülmemektedir. Fakat bizim kendi romanımızın sayısı az olduğu için henüz bu alan yıllardır nadasa bırakılmış tarla mesabesindedir. Türkiye...